01 Mayıs 2024 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / İSLAM ŞEHİRLERİNDE MİMARİ VE SOSYAL HAYAT
İSLAM ŞEHİRLERİNDE MİMARİ VE SOSYAL HAYAT

İSLAM ŞEHİRLERİNDE MİMARİ VE SOSYAL HAYAT Doç. Doç. Dr. İslam CAN

Son yıllarda akademik çevrelerde şehrin doğasına yönelik yapılan çalışmaların arttığı görülmektedir. Bu artışta Türkiye’nin gündeminde olan kentsel dönüşüm politikalarının etkisini göz ardı etmemek gerekir. Yapıların yeniden inşası aynı zamanda bu binaların ne tür bir mimariye göre şekilleneceği hususunu da tartışmaya açmaktadır. Ayrıca bu tartışmalarda, Batı tarzı mimarinin Türk toplumunun kültürüne ve geleneklerine ne denli uygunluk gösterdiği sorusunun gündeme gelmesiyle de geleneksel mimariye olan merak bir ölçüde artmıştır. Bu bağlamda İslam şehirlerinin doğasının bir kez daha gündeme gelmesi, İslam mimari geleneğinin bugünün şehirlerini planlayabilecek yetkinlikte olup olmadığını da gündeme taşımaktadır.

    İnsanların eliyle kurulan şehirler, o toplumun siyasal, sosyal, ekonomik ve dini yaşantıları hakkında bizlere fikir verir. Şehrin ibadet mekanları, çarşıları ve hatta yolları dahi yaşanılan devrin ve sahip olunan medeniyetin önemli göstergelerindendir. Şehirlerin ve mekanların gittikçe aynileşmesi ve birbirine benzetme konusunda gösterilen gönüllü çaba, içinde bulunduğumuz mekanı tüketmeye yönelik ciddi bir suikast girişimi olarak nitelendirilebilir. Eski medeniyetlere dair herhangi bir kalıntı bulunduğunda büyük ölçüde finans ve emek harcayarak bu yapıtları kültürel mirasa kazandırmaya çalışanlar, bir önceki medeniyetin ürünü olan ev, çarşı gibi tarihi mekanları görmezden gelen ya da “kentsel dönüşüm” adı altında olabildiğince çok katlı binalar dikerek bu mekanların kalbine hançer saplayanlar, büyük bir travma yaşadıklarının kuşkusuz farkında değiller. Zira dramatik olan durum şudur ki, içinde yaşadığımız şehirler geçmişte olduğu gibi bir medeniyet tasavvuruna sahip ve kadim kültürü içselleştirmiş “bilgin mimarlar” eliyle değil, sermayesini kısa sürede katlamayı ilke edinen, pozitivist bilimlerin eğitim sürecinden geçmiş, gelenekten kopmuş seküler zihinler tarafından inşa edilmektedir.

    Oysa şehir, beden gibidir. Hüküm süren medeniyetin ruhunun, şehrin caddelerinden çeşmelerine, bahçelerinden evlerinin odalarına kadar bir bedene giydirilmesi hadisesidir. Şüphesiz bu bedende bulunan bütün organların, medeniyetin ruhuna uygun davranması beklenir. Ancak bugünün şehirleri, inşa edilen yeni yapılarla birlikte adeta bir doku ya da organ uyuşmazlığı yaşamaktadır. Cumbalı evlerin yanı başına dikilen rezidanslar, sosyo-ekonomik düzeylere göre konumlandırılan güvenlikli siteler, adeta bir tür kast sistemi gibi birbirinden bağımsız ve habersiz şekillenen mahalle ya da semtler, ibadethanelerin yerine alışveriş merkezlerinin orijin olarak kabul edilmesiyle kurulan rant bölgeleri, Amerikan mutfaklar, Fransız balkonlar ve daha birçok mimari ve planlama, sosyal ilişkilerimizi yeni bir “kültür” temelinde biteviye üretmektedir.

    Şehir Kimlikleri ve İslam Şehri

Şehirler bir kimliğe sahip yapılardır. Her şehir kendi yapısına özgü bir kimlik, kişilik, imaj ve yaşam giyinir. Söz konusu bu kimliğe ve gramere fazlasıyla sahip olan İslam şehirlerinde ise, inşasında dinsel kaygıların yönlendirmesiyle oluşturulan mekanın ürettiği toplumsal ilişkilerin niteliği son derece önemlidir. Modernizmle geleneksel İslam’ın karşı karşıya gelmesi, pek çok Müslümanın zihninde ve ruhunda gerilimler yaratmış ve bu durum şehirlere de doğrudan doğruya bir karışıklık ve kaos biçiminde yansımıştır. Zira şehir olgusunun dil, din, kültür ve medeniyet ekseninde farklı yorumlara tabi olması, her kültür, din ve medeniyet çevresinin şehri kendine özgü algılaması ve yorumlamasından dolayıdır. Günümüzde küreselleşme gerçeği, her ne kadar şehirleri tek tip yaşam tarzına göre dönüştürmekte, işlevleri ve nitelikleri yönüyle standartlaştırmaktaysa da halen her kültür dünyasının kendini sunmasında kendi şehirlerine sarılması önem taşımaktadır.

Şehirler, insanlık tarihinin belli bir anında ve belli koşullarla oluşan, sosyal, kültürel, ekonomik, tarihsel, dini, mimari ve estetik gibi birçok yönüyle temayüz eden bir yaşam alanıdır. Bu açıdan baktığımızda İslam şehri, inanç ve değer temelinde kaygılar üzerine şekillenmiştir. İlahi tevhid dini olan İslam’ın tevhidi yapısı, toplumları olduğu kadar bireyleri de tek bir Allah’a kulluğa teşvik etmeye ve gündelik faaliyetlerinde yalnızca Şeriat’ın otoritesine yer vermeye çalışır. Dolayısıyla İlahi Yasa Koyucunun isteğine uygun olarak kentsel bir toplumun sadece dini kurumları olabilir. Bu durum Müslüman şehirlerdeki politik, sosyal ve ekonomik kurumları da ziyadesiyle şekillendirmektedir. Ünlü bilgin Seyyid Hüseyin Nasr’a göre geleneksel İslam’ın dünyayı fani bir şey olarak görmesi, şehrin şeklini ve fiziki özelliklerini de belirlemiştir. Bundan dolayı İslam şehirlerinde mimari tasarım, gösteriş ve dünyevilikten kaçınmaya çalışmıştır. Geleneksel Müslüman, şehri hem Allah’ın bizzat kendisi hem de Allah’ın eseri olan bakir tabiat karşısında geçici ve fani bir şey olarak görmekteydi. İslam mimarisi basit inşaat malzemelerine bağlı kaldı ve enerji kaynağı olarak ışık ve rüzgâr gibi temel tabiat güçlerini kullandı. Cami ve ev avluları içerisinde bakir tabiatın sükunetini, ahengini ve huzurunu yeniden oluşturarak, bu dinginliği şehrin doğasına katabildi. Ancak manevi duyarlılıkları sekülerizm tarafından köreltilen modern Müslüman, insanın yeryüzündeki hayatının faniliğini ve doğayı kaplayan huzur ve ahengi unutmuştur. O artık rekabet ettiği modern Batılı birey gibi, sanki ilelebet yaşayacakmışçasına evler inşa etmek, tüm varlığı tabiata meydan okumaya, tabiat kaynaklarının tüketimine ve ritminin ihlaline dayalı şehirler kurmak istemektedir. Modern insanın ve seküler Müslümanın arzusu, içinde Allah’ın yer almadığı bir çevre meydana getirmektir.

Merhum şehir bilimci ve mimar Turgut Cansever ve bazı sosyal bilimciler, İslâm şehirlerinin dikkat çekici özelliklerinden birinin de karmaşık bir topografyaya sahip olmasını göstermektedirler. Bu yüzden Batılı seyyahlar, gözlemciler ve araştırmacılar, İslâm şehirlerinin herhangi bir planının olmadığını düşünmektedirler. Fakat dikkatlice tetkik edildiğinde şehirlerin, camiler etrafında şekillenen mahallelerin bir toplamı olduğu görülür. Esasında bu şehirlerin karmaşık görüntüsünün özünde bir düzenlilik vardır. Zira “tevhid” (birleme) düşüncesi, sadece Müslümanların ruhunda değil aynı zamanda Müslümanların kurdukları “şehirlerin ruhu”na da sirayet etmiştir. Kaldı ki İslami düşüncede “tevhid” ilkesi, birbirine zıt unsurları birleştirir. Böylece aynı temel ilkelerin değişik uygulamaları olarak meselelerin tevhid edilmesi, kozmoloji ile matematiği de bütünleştirir. Bu da sonuçta güzellikle faydayı birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlar. Fakat Aydınlanma dönemiyle beraber gelen epistemolojik parçalanma, güzellikle faydayı birbirinden ayırmıştır. Tevhid ilkesi etrafında İslam matematiğinde geometri, kozmoloji, müzik, astronomi birbiriyle ilişkili iken; Dekart matematiği bu ilişkileri kopararak geometriyi salt pergel ve cetvele indirgedi. Aynı durum simyadan Newton Fiziğine geçişte de söz konusu oldu. Bu olay insanlık için belki de en talihsiz gelişmelerin başlangıcı oldu. Çünkü sekülerleşen bilim, insanın ruhen muhtaç olduğu güzelliği ihmal ederek sadece fayda ve menfaat üzerine kurulu şehirler inşa etmeye başladı. Organik alanın yerini mekanik alan aldı. Mimari; hikmetle, hünerle, sanatla alakasını keserek salt dünyevi bir matematiğe dönüştü. Böylece şehir mekanları da mekanik bir kimliğe büründü. Neticede insan tabiatına aykırı, sıhhatsiz, zevksiz, tabiata ve fıtrata aykırı, mekanik şehirler ortaya çıktı.

İslam Mimarisi ve Sosyal Hayat

İslam’da kutsal (ilahi) olan ile profan (dünyevi) olan arasında hiçbir ayrım bulunmadığından geleneksel İslam şehri, evden saraya, resmi binalardan camiye kadar şehir mimarisinin bütün alanlarına yayılmaktadır. İlahi ve dünyevi olan arasındaki birlik, Müslümanın ev mekanını hem sanatsal bakımdan hem de ibadet açısından caminin bir uzantısı kılmaktadır. İslam şehrinin kalbinde, ibadet için düzenlenen mekanlarla eğitim, zanaat, ticaret ve hatta özel hayat ve kültürel faaliyet için düzenlenen alanlar iç içe geçmiştir. Bugün birçok İslam şehrinin kalbinde yer alan cami, medrese, pazar, evler vb. bu mekan ve fonksiyon birliğini hala gözler önüne sermektedir. İslam şehirlerinin merkezini oluşturan caminin yerini, Batı şehirlerinde aynı işlevi gördüğüne inanılan meydanlar almıştır. Çünkü Batı şehir tarihi, bir anlamda meydanda ve meydan etrafında örgütlenen ekonomik ve siyasal toplumsallıktan oluşmaktadır. XI. yüzyıldan itibaren özellikle Kuzey İtalya şehirlerinde “piazza” denen, Türkçeye “piyasa” olarak uyarlanan büyük meydanlar, ekonomik, sosyal ve siyasal hayatın merkezi olmuşlardır. Dolayısıyla Orta Çağın Müslüman şehirlerinde, dönemin Avrupa kentlerindeki kilise meydanı ya da şehir meclisinin önündeki geniş alana benzeyen kamuya ait bir toplanma yeri bulunmamaktadır.

Tüm Müslümanların ortaklaştığı kurumlar arasında dini esasların temelini teşkil eden dört esas vardır: Bunlar namaz, oruç, zekat ve hacdır. Bu dört ibadet şekli, ihtiyaç duyduğu kurumlara paralel olarak şehrin mimari ve sosyal yaşam ağının da archesini oluşturmaktadır. Mimari yapının kurgulanmasında diğerlerine nazaran daha işlevsel yere sahip olan namaz, İslam’ın özü, cemaatin muazzam yapısını oluşturan parçaların birbirini destekleyip tamamlamasına katkıda bulunan bir ibadettir. Namaz, mekansal olarak birliğe, bütünlüğe dönüşü ve namaz kılan müminin yüzünü kıble yönünde Mekke’ye dönmesi, bütün inananların Hz. İbrahim’in Tek İlah için inşa ettiği mabedin etrafında yeniden toplamasını sembolize etmektedir. Bu yapılar ve kurumlar içerisinde camiler en dinamik ve işlevsel rolleriyle dikkat çeken müesseselerdir. Şehir bilimci J. Lois Michon’a göre sosyal bakımdan camiler, zaten şehrin en merkezi ve kalabalık noktalarında yer aldığından, günde beş vakit cemaatle dolup taşıyordu. Bu durum, şehir ahalisi için olağanüstü bir etkileşim, toplanma, karşılaşma, dertleşme imkanı sağlıyordu. Özellikle Cuma namazı için merkez camii veya Ulu Cami'de toplanarak, bütün şehir ahalisine tanışma, karşılaşma ve haberleşme imkanı vermekteydi. Camiler, İslâm şehirlerinde yüklendiği bu çok yönlü misyonunu, yüzyılımızın ortalarına kadar büyük oranda devam ettirdi.

İslam şehrinde cami, sadece namaz kılınan bir yer değil aynı zamanda şehrin güncel konularının konuşulduğu ve tartışıldığı bir buluşma yeri yani bir tür forumdur. Ayrıca her mevkiden yetişkin ve çocukların, genellikle geceleyin Kur’an-ı Kerim’den parçalar okumak ya da fakihin sohbetlerini dinlemek için toplandığı bir dini eğitim merkezi olan camiler, dilenciler ve yoksullar için de cemaatin dağıttığı zekat ve yemeği alabilecekleri bir tür sığınaktır. Kuşkusuz bu pratikler tarihsel şartların bir dayatması değil, bilakis İslam’ın şehre bakışı ve şehirli kimliği ile doğrudan ilişkilidir. İslam tarihinde sözünü ettiğimiz şehirleşme hareketinin ilkelerini anlamak için öncelikle İslam’ın şehir hayatına, toplumsal yaşantıya ve medeniyete bakışını anlamak gerekir. İslam, her şeyden önce yerel düzeyde bir “cemaat”, evrensel düzeyde de bir “ümmet” telakkisine ve hedefine sahiptir. Bunun gerçekleştirilmesi ve yaşanır hale gelebilmesi için ise ibadetler ile teşvik edilmiş, hatta bazı durumlarda farz kılınmıştır. Meselâ; cemaatle kılınan namazın ferdi kılınan namazdan 27 derece daha faziletli oluşu ve Cuma namazının farziyeti ve ifası için şehir hükmünde yerin şart koşulması, bu durumu en açık biçimde teyit etmektedir. İslam’ın beş temel esasını teşkil eden oruç, zekat, hac ve namaz, sosyal boyutu olan ibadetlerdir. Bütün bunların kamil manada gerçekleşmesi, şehir yaşantısıyla mümkün olmaktadır.

Müslüman zihnin tarihsel süreç içerisinde inşa ettiği şehirlere bakıldığında, İslami şehirlerin sıkı bir birlik duygusu ve sosyal dayanışması olan bütünleşmiş topluluklar olduğunu açıkça göstermektedir. Şehir bilimci Muddesir Abdurrahim’e göre bu durum, şehirlerin çoğunlukla Müslüman olan sakinlerinin, ulemanın rehberliğinde, bilinçli bir şekilde toplumlarını İslamiyet’in dini ve sosyal değerlerine göre kurmaya çalışmalarının sonucuydu. Öyle ki herkesin bildiği üzere İslamiyet, sadece ırk ve sınıf ayrımını reddetmekle kalmamakta; aynı zamanda izleyenler arasında bugün bile geçerliliğini koruyan, eşi görülmedik bir dayanışma ve kardeşliği olumlu olarak desteklemektedir. Bu kardeşlik ve dayanışma ruhunu tesis eden asıl aktörün cami olmasından dolayı, mahalleli camide günde beş vakit namaz için bir araya gelir ki bu durum insanlar arasında tam bir dayanışma ve otokontrol sağlar. Şehrin en küçük yerleşim modülü olan mahalle, birbirini tanıyan insanların karşılıklı sorumluluk duygusu taşıyan topluluğundan oluşur. İnsanı ortak bir dünya görüşünün ve kültürel potansiyelin içine iten ve yaşayarak öğrenmesini sağlayan unsur yaşadığı mahalledir. İslam şehir hayatında mahalle, ortak inançlar, yerleşik gelenekler, samimiyet ve saygı üzerine kurulu; organik yapısı ile kendi kendini kontrol eden ve yönetebilen bir yapı oluşturur. Mahallede herkesi birbirine karşı sorumlu, saygılı kılan da yine İslam’ın komşuluk hakları ile ilgili getirdiği değerlerdir.

Şehir, her ne kadar mekansal anlamda tarihsel gelişiminin belli bir aşamasına tekabül eden bir yerleşim tarzı olarak ortaya çıksa da sosyolojik anlamda hep bir hayat tarzına işaret eden, disipline edici bir sosyo-kültürel gerçeklik olmuştur. Bundan dolayıdır ki, şehir tanımlarında onun fiziki özelliklerinden çok, sosyal, kültürel anlamları ve hayat tarzları üzerine olan etkileri ön plana çıkar. Günümüzde Batılılaşmanın çürütücü etkisine maruz kalan Müslümanların hassasiyetleri, ciddi biçimde kayba uğramıştır. Aslında bu noktada hala geleneksel İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar bile, kendi geleneksel dünyaları dışındaki sanat formlarının değer yargılarıyla karşı karşıya geldiklerinde, aynı problemden mustarip olmaktadır. S. Hüseyin Nasr’a göre İslam sanatında güzellik, ilahi güzelliğin (cemâl) bir yansıması olarak değerlendirilir. “Allah güzeldir, güzeli sever” hadis-i şerifi bu vurguya temel teşkil eden kaynaklardandır. Ayrıca güzellik, hakikatin ve onun tezahürlerinin temel bir boyutudur ve bu nedenle meşru her sanat eserinin zorunlu bir unsurudur. İslam, sanatın “ars”, teknolojinin ise hala “techne” anlamına geldiği geleneksel Batı’da olduğu gibi, asla güzelliği faydadan veya sanatı sanatçıdan ayrı düşünmez. Modernleşmeye bağlı olarak hassasiyetin azalması, birçok Müslümanın İslam sanatını karakterize eden bu iç güzellik, vakar, ahenk ve asalet duygusunu kaybetmesine yol açmıştır. Modernleşmiş Müslümanın Kahire’deki Sultan Hasan Camiini ya da İsfahan’daki Meydan-ı Nakş-ı Cihan’ı inşa edenlerin torunu olduğunu düşünmek neredeyse imkansız bir hale gelmiştir. Bütün bu değişimler, sadece modern eğitim görmüş Müslüman mimarların zihinlerinde değil, aynı zamanda onların zengin ya da hükümet otoriteleri sınıfından çıkan ve İslam dünyasındaki yeni modern mimarinin büyük bir bölümünü sipariş eden müşterilerinin zihinlerinde de kendini göstermektedir. Ancak biz Müslümanların bu konudaki tavrı, İslami uygarlığa sadece bir inceleme konusu ve İslami şehre de tarihi mirası barındıran canlı bir müze olarak değil de ahlaki değerlerini ve kültürel kimliklerini modern ekonomik gelişme sürecinde insanca bir hayat, toplumsal refah ve adalet isteklerinden ayırmayan İslam dünyasındaki milyonlarca insana inanç ve ilham veren, yaşayan bir varlık olarak bakılması olmalıdır.

 

Sonuç Yerine

Mesnevi’de geçen bir hikaye, şehirlerin öz-doğasının insanın kimliğini belirleyebileceği üzerinde durmaktadır. Hikayeye göre hastasını tedavi eden hekim önce ona memleketini sorar. Sonra ekler: “Çünkü her memleket halkının ilacı, başka başkadır.” Kent sosyolojisi çalışmalarının ünlü ismi Köksal Alver’e göre, her memleket kendine özgü bir ruhla var olur ve o memleketin havası-suyu, iklimi, yaşam şekli, hissiyatı dolayısıyla ilacı, dermanı farklı olur. Kimlik de böyle bir husustur nihayetinde; oranın özgünlüğünü ve biricikliğini ifade eder. Şehirlerin adları gibi yaşam tarzları da farklıdır; her birinin kendi özelinde hayat bulduğu görülür. Zira şehrin kimliği bir bileşendir ve belli başlı aktörlerin ortaklaşa ürettiği bir zemindir. Kimliğin oluşumu bir süreci işaret eder; bir yaşanmışlık yani tarihsellik ve bir dünya algısı, tasavvur, hayat anlayışı kimliğin yapıcı elemanlarıdır. Şehir kimliği dinamik bir yapıdır; bir kez oluşup öylece kalmaz, zamanla kimlik unsurlarında değişmeler olabilir. Şehir kimliğinin kaynakları arasında coğrafi ve mekansal özellikler, tarih, toplumsal ve kültürel özellikler, nüfus karakteri, üretim ve tüketim biçimleri, iklim ve elbette hayata yön veren tüm değerler sayılabilir

İslam şehirlerinde yaşanan kimlik bunalımı, kentlerin oluşumunda yer alan imgelemin karmaşasından kaynaklanmaktadır. Muhayyile (imgelem) konusunda, kutsal olanı dışlayan bir süreç, hemen hemen aynen gözlemlenmektedir. Nasr’a göre aslında geleneksel Müslümanın muhayyilesi, çoğunlukla Kur’an-ı Kerim’den çıkarılan formlar ve sembollerle belirlenir ki Müslümanın ruhu, esasen kutsal kitabının birbirine örülü belirli temel formüllerinden oluşur. Bu formüller Müslümanın iç varlığını, Allah ve onun yarattığı evren karşısındaki temel tavır alışlarla doldurmaktadır. Ancak modern Müslümanın imge dünyası, seküler değerlerle hemhal olan ve pragmatik yönelimler sergileyen bir ontolojiye sahiptir. Öyle ki geleneksel Müslümanın zorunlu olarak olmasını dilediği bir şey, modern Müslümanın zihninde bir karşılık bulamamakla birlikte, gereksiz ve anlamsız görünmektedir.

Sonuç olarak denilebilir ki şehirler, insanın faziletli ve ideal hayat tasavvurunun bir pratiği olarak ortaya çıkarlar. Her insan, hayal ettiği mükemmel hayatı etrafında kendi dünyasını kurmaya çalışır. Durum böyle olunca şehir, insanın inandığı değerlere göre yaşadığı mekanın düzenlenmesi olarak karşımıza çıkar. İslam şehirlerinde bu durum öylesine yaygın ve etkilidir ki bahçe duvarının yüksekliğinden, evin pencerelerinin yönüne ve şekline kadar her ayrıntıya kadar yansır. İslam şehirleri, aynı zamanda içinde gelişen kurumları ile Müslüman bireyi yoğuran ve şekillendiren bir mektep gibidir. Bir tarafta cami etrafında akıp giden hayata kitlesel katılım, diğer tarafta loncaların İslami ilkelerden beslenen esnaf ahlâkını ticarî hayatta hakim kılma çabaları, dayanışmacı toplum yapısı ve mahallelerin organik ve yüksek aidiyet sunan kimlikleri, o şehirde yaşayan herkes üzerinde bir kimlik oluşturur. Bu haliyle İslam şehirleri Müslüman toplumlar için yaşayarak öğrenilen büyük bir mekteptir. Tarihçi Mustafa Demirci’ye göre kurumlar, sosyal yapılar, gelenekler, alışkanlıklar ve ilişkiler, o şehirde yaşayan herkese bir kimlik ve bir şahsiyet sunarlar. Bugün Müslüman halklar kendi medeniyetlerini tekrar dirilteceklerse, bu öncelikle her yönüyle özgün bir gündelik hayat kurmayı ve kendi bilgisini üretecek bir bilgin ve insan tipini yetiştirmeyi gerekli kılmaktadır. Tarihsel tecrübemiz bunun ancak bir şehir hayatı ve ilerlemiş bir şehir kültürü içinde mümkün olacağını gösteriyor.

Seyyid Hüseyin Nasr şehirlerimizin yeniden inşasında birtakım öneriler getirmektedir. Nasr’a göre gerçek İslam sanat ve mimarisinin yardımıyla, İslam dünyasındaki şehirlerin büyük bölümünü istila eden kaos ve karanlığı, öteden beri geleneksel İslam şehrini karakterize eden ışık, mekan ve formun ahengine dönüştürme yoluyla gerçekleştirilmelidir. İslam dünyasındaki şehir problemini düzeltmek için, uluslararası olduğu iddiasıyla Batı mimarisini uygulayan ve adları tesadüfen Muhammed, Ali veya Ahmet olan mimarlardan ziyade; özellikle İslam mimarisine tutkun erkek ve kadınlardan oluşan İslam mimarları yetiştirmekten daha kesin bir çözüm elbette düşünülemez. İslam mimarlarını eğitmek, sırasıyla bu alandaki eğitim kaynaklarını kullanıma hazır hale getirmeyi gerektirir. İslam toplumunun büyük bir çoğunluğu, hala İslam mimarisinin şaheserlerine hayranlık duymaktadır. Dolayısıyla şehirler, abideler ve mesken projeleri geliştirebilecek; nüfuz patlaması, şehirlere göç, üretim tarzlarındaki değişmeler ve diğer unsurların doğurduğu diğer mimari taleplere cevap verebilecek mimar ve şehir planlamacıları yetiştirmek üzere İslam mimarisi okulları ortaya koymada birtakım avantajlar sağlayabilir. Dolayısıyla insanın yaşadığı mekanla bütünleştiği ve mekan kültürünün yardımıyla şekillenen günümüz insanları, böylelikle insani ve İslami bir şehir ortamına sahip olmakla kendi doğasına uygun yaşam tarzlarını da tesis etmeyi başaracaktır.

*Selçuk Üniversitesi Öğretim Görevlisi

SPOT İÇİN

1 Zira dramatik olan durum şudur ki, içinde yaşadığımız şehirler geçmişte olduğu gibi bir medeniyet tasavvuruna sahip ve kadim kültürü içselleştirmiş “bilgin mimarlar” eliyle değil, sermayesini kısa sürede katlamayı ilke edinen, pozitivist bilimlerin eğitim sürecinden geçmiş, gelenekten kopmuş seküler zihinler tarafından inşa edilmektedir.

2. Ünlü bilgin Seyyid Hüseyin Nasr’a göre geleneksel İslam’ın dünyayı fani bir şey olarak görmesi, şehrin şeklini ve fiziki özelliklerini de belirlemiştir. Bundan dolayı İslam şehirlerinde mimari tasarım, gösteriş ve dünyevilikten kaçınmaya çalışmıştır.

3 O artık rekabet ettiği modern Batılı birey gibi, sanki ilelebet yaşayacakmışçasına evler inşa etmek, tüm varlığı tabiata meydan okumaya, tabiat kaynaklarının tüketimine ve ritminin ihlaline dayalı şehirler kurmak istemektedir.

 

 

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul